Bir Ütopya’dan Geçmişiz.


Bu gibi günlerde miş’li geçmiş zaman kullanıyorum, görmediğim ya da duymadığımdan değil, şimdi 5 yıl sonra baktığımda çok uzak gelmesinden bu kipi kullanmam. Zamanın kudreti, o günlerin üzerine bir örtü çekmeye yetememiş. Anılar, her yerde konuşulur, işitilir olmuş.
O günlere dair, bazılarımız için hâla tanımlanmaya, anlaşılmaya ihtiyaç duyulan bir belirsizlik hali var. Herkes, kelimeler izin verdikçe bunu tanımlamak için bir kaç kelam ediyor. Ben de bu kervana katılıp, o günleri kendi hikayemle anlamlandırmak istedim.
Bugün, hafızam beni eylemlerin başladığı ilk günlere götürdü. O zamanlar herkesin deyimiyle apolitik olan gençlerdendim. Lakin bu, apolitik olmak istediğim için değil, politik olmak istemediğim için böyleydi. “İyi de fark ne” derseniz… Fark, biraz da fark görememek. O tanımlamayı yaptığınız gençler, aslında “bir şey” olan bir nesil değil, bir şey olmaya baş kaldıran, başkalarının tanımlarıyla sınırlandırılamayan bir nesil. Sırf bu yüzden de farklı olan hayallerimizi tektipleştirme inadınıza karşı hep bir başkaldırıyla karşılaşıyor ve afallıyorsunuz.
***
Üniversite günlerimde, devletin tarafsızlığına, eskilerden kalma, inancımla devlet yurdunda kalıyordum. Yurtlar, anadolunun ve dünyanın farklı yerlerinden gelen; farklı dine, etnik kimliğe ve ideolojiye sahip gençlere ev sahipliği yapıyordu. Eskiler gibi her yerde söylemeyi sevmesem de buraya “o zamanlar” ifadesini iliştirme gereği hissediyorum. Her zaman kendimi şanslı gördüğüm, farklılıklarla ve karşıtlıklarla bir arada olabilmem, yurt odasında da devam ediyordu. Hristiyan, Atatürkçü, İslamcı, Ülkücü, Alevi arkadaşlarım vardı - yok , öyle benim de Kürt arkadaşım vardaki gibi değil, gerçekten kendi kimlikleriyle odada var olabilen ve o kimliklerle sohbet edebilen insanlardı her biri. Sizin de anlayacağınız üzere henüz twit attı diye yargılananların olmadığı günlerdi. Lakin belkide bugünlerin geleceği, beş yıl önce bugün, ikindi vakti odadaki arkadaşlarla birlikte kantinde yenen, yemekte sarf edilen cümlelerde gizliydi…  
Hasan, Halil, Osman ve Mehmet ile birlikte fişlerimizi harcamak ve karnımızı doyurmak üzere aşağıya, kantine indik. Genelde birlikte yemek yemeyi sevdiğimiz masaya, yemeklerimizi ve içeceklerimizi de alıp geçtik. Ama insanların yüzlerinde ilginç ifadeler vardı. İlginç diyorum çünkü hala tanımlayamıyorum, neydi o ifadeleri yüzlerine yansıtan düşünceler, hisler… Masaya oturduk, televizyonda bir haber kanalı - o zamanlar henüz haber alabiliyorduk, yanlı ya da yanlış olsa da - açıktı. Haber sarmamış olacak ki, telefonda internette gezinmeye başladım ve istemsizce ağzımdan, hüzünle karışık, “Tüh be!” serzenişi çıktı. Kaynağı ise bir twitti. Masadakiler, buz kesmişcesine bir sessizlik sonrası “Hayrola?” dediler. Aynı istemsizlikte “Ya sormayın, bir genç, öğrenci, biber gazından vefat etmiş. Galiba astımı varmış.” bir şey olmamışçasına kaşığını ağzına götüren arkadaş “Eee anne babası onu okumaya gönderdi buraya, eylem yapsın diye mi gönderdi, gitmeseymiş o da!” dedi. Kelimenin tam manasıyla donakalmıştım, “kan çekilmesi” ne demekmiş, iliklerime kadar hissetmiştim. Nefes alamayarak, tepsimi alıp kalktım masadan, odaya çıktım. Oradan oraya dolansam da içimdeki ne olduğunu bilmediğim his, boğazımı sıkarcasına kalakalmıştı. Her darlandığımda yürüyüşe gittiğim yola çıktım. O yoldan, önceki geçişlerimde ambulans seslerine alışkındım ancak bu seferki sesler çok başkaydı. Yürüdüm, içimden boğazıma yükselen o his gittikçe artıyordu. Birlikte pek çok konuyu tartıştığım, dertleşebildiğim arkadaşımı aradım. Harbiye’de olduklarını, gelebileceğimi söyledi. Daha önce hiçbir eylemde bulunmayan ben, ağzımdan bir çırpıda çıkan iki kelimenin peşine düşmüştüm: “yanınıza geliyorum…” O yan öyle bir yandıki hiçbirimiz bilmiyorduk, yolların bir yangına çıktığını. Bilmiyorduk, gencecik fidanların düşlerindeki özgür dünyanın, boğazımıza düğüm düğüm olacağını.  Geleceği bilmeden, geleceğe olan inançla, heveslerimizi de yanımıza alıp, sokaklara çıktık. 
Harbiye’den Gezi’ye geçiş kapatılmıştı, insanlar caddede bir ileri bir geri gruplar halinde hareket ediyor, üstümüzde de helikopterler geziniyordu. Bir anda genzimde - bir derbi sonrasından alışık olduğum- bir yanma hissi belirdi. Yüksekçe bir ses “Geri çekilin!…” sonra üzerimize doğru koşan insanlar, onların arkasında yükselen beyaz bir duman… Evet bildiniz! Hemen ilk sokağa koştuk, genzimizdeki yanmaya gözlerimiz de eklendi. O sokakta beklemeye koyulduk. Bu esnada aklımdaki düşünceler bir biri ardına sıralanırken, içimde beni yürümeye götüren his, yerini bir aradalığın gücüne bırakmıştı. Yani o ilk anda var olmaya başlayan bu his, hâlâ  hepimizin içinde olan ancak tanımı herkese göre farklılaşan o histi. Tam bu esnada bir tane abi, önümüzden geçerek markete girdi, ellerinde soğuk içecek kolileriyle geri çıkıp “gençler alın bakalım bunları, elden ele dağıtın”. Abinin hareketine şaşırmaya fırsat bulamadan, yukarıdan bir teyze cama çıkıp “gençler, çay demledim, yorulmuşsunuzdur, gelin soluklanın.” 
Bu cümleler o sokaklarda belki de daha önce hep kurulmak istenmiş de o gün kelimelerce taşmıştı. En güzeli en sıcağıda oydu. Herkesin bir birine uzattığı poşetler, bardaklar, bir umudu, gelecek güzel günlere olan inancı temsil ediyordu. Bu inancı besleyen de ertesi gün, sonraki gün ve daha sonraki gün yaşananlar olacaktı.

Gezi, o sokaklarda yaşananlarla başlayan bir serüvenmiş gibi dursa da, yaşayanların, yakından ya da uzaktan, hissedenlerin; akıllarına ve kalplerine serpilmiş tohumlardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hoş gelişler ola eyyy 2019!

Olamayışın öyküsü...

baştan...