Selam!
Selam,
Birçok dilde karşılığı olan ve bir kafeye girilirken, yolda
geçerken, buluşmada, konuşmada kısaca birçok ilkte kullanılan bir ifade. Uzun
zaman sonra “Selam” derseniz bir insana, özellikle her gün dediklerinizin
aksine dile pelesenk olmasından değil, içten ve sıcak diyorsanız, önemlidir o
iki hecelik uzun kelime.
Nasılsın,
Yok ya öyle laf olsun diye sorulan değil, hani hocanın derse
girdiğinde sorduğu gibi ya da ilkokul sırasında sabah sabah afyonumuz
patlamamışken müdürün sorduğu gibi de değil. Gayet karşındakinin şuan ki
halinin “nasıl” olduğunu merak ettiğin için sorulan, iyi olmasına yönelik dert
edindiği için sorulan, yine dile pelesenk olmuşsa da önemlidir o derin soru
kelimesi.
Sonrası mı;
Offf ne çok derdi tasası var be dünyanın! Diye başlıyorsanız
cümleye bitmez ki o muhabbet. Ya da bitmesini istemediğiniz muhabbetlere
başlarsınız bu cümleyle, sonu gelmez çünkü bu dertlerin tasaların…
Yine yolda yürüyorum, ben hep bir yolda yürüyorum. Takmışım
kulaklığımı yağmur çiseliyor hafiften, ayaklarım ıslanıyor yavaş yavaş, yine
spor ayakkabıyla yağmura yakalanmışım, aklıma gelen gelene; aynı yerde
olduklarımız, aynı yönde olduklarımız falan derken… Kulağıma bir ses doluyor ne
dediğini anlamadığım, dilini bilmediğim bir ses ve avazı çıktığı kadar
bağırıyor! Anlamamızı istediği şey ne, o şeyi nasıl anlamamızı istiyor
bilemiyorum, sonra sesin geldiği yöne dönüyorum küçük bir beden, yağmurla
ıslanan yollara diz çökmüş önünde şu koca koca bardaklarla kola satan
zincirlerin birinin bardağı…
Şarkı söylemeye çalıştığını fark ediyorum sonra, kulaklıktan
anlamamışım ilk başta, müziği kapatıyorum ve anlatmaya çalıştığı şeyi dilinden
değil de ayazda, dizlerinin üstüne, sırılsıklam yola oturmuş bedeninden ve o
bedeninin önüne sanki dünyasına açılan kapının anahtarını biri gelip bırakacakmışçasına
koyduğu bardaktan anlıyorum.
O yaklaşırken ki kısa sürede aklımdan geçenler; Selam! Nasılsın?
Üşümüyor musun? Neden burada diz çöktün, bak şuraya yağmur gelmiyor?
Ona diyebileceklerimden sonra kendi içime içime;
O bardağa ne bıraksam en güzel şey olur onun için? O
bardakta olacak ne dünyanın en mutlu insanı yapar onu? Peki o bardak gerçekten
dolar mı “bir” şeyle? Kola doldurulan o bardak nasıl bir insan için bu kadar
değerli bir şey haline dönüşebilir? Ya o zaman kola koyulan bir bardak mutluluk
getirebiliyorsa bir insana, o bardaklardan düzinelerce yapmak düzinelerce
insana düzinelerce mutluluk mu demek? Sahi ya mutluluk ne demek? O insan orada
o soğukta saatlerce otururken etraftan milyonlarca geçen biz, evet sen ben, biz
bu tanımlamayı tek başımıza yapabilir miyiz? Bizim sıcacık yurtlarımızda,
şömine başlarında, kalorifer peteklerine yaslanarak yapacağımız tanımlama o
insan için ne kadar doğrudur? O kola bardağının yanına tavuk mu et mi
tartışması yaparken, o kola bardağının yanına diz çökmüş o insanla mutluluk
tartışması yapabilir miyiz ki?
Sahi ya mutluluk neydi?
Aman beee ben yine ne çok soru sordum değil mi? Bak hala devam
ediyorum, cevabı olmayan sorular sormayı alışkanlık haline getirmiş olsam
gerek. Cevabı olan soruların cevabını bulamama alışkanlığım da cabası. Oysa
herşey;
“Selam! Nasılsın?” la başlamamış mıydı?
En sıcağından, tüm soğuğa, tüm olanlara rağmen en sıcağından…
Ve tam diyecekken “Offf ne çok derdi tasası var be dünyanın!”
bir can giriyor araya.
Konuşmak dediğin şey, kafandaki o deli sorular… düğüm düğüm
olup kalakalıyor içinde.
Demiştim ya ben içime içime çok soruyorum.
O içime sorduğum soruların cevabını veren bir iç bulacağım
kendime bi ara hatırlarsam.
Zira unutmayı öğrenirken unutmamayı öğrenmeye fırsat
bulamamışım galiba.
Heee laf aramızda o küçük beden var ya o bir çocuktu! Evet
evet o hakları var diye bas bas bağırdığımız, gelecek güzel günleri görsünler
diye uğraşıp didindiklerimizden.
Fotoğraflarına bakıp bakıp sevdiğimiz o güzel çocuklardan
bir tanesiydi o küçük beden.
Ve hala ayazda ıslak yerlerde önünde içini doldurmamızı
bekleyen koca bir bardakla.
***
Tüm bunlarla birlikte aklımda buraya dair ve buranın dışında
bilemediğim çok şey geliyor. Yani burası kadar birçok soru var, bu aralar en
çok sorduğumsa, bunlar olup biterken ; “Neden bilmem?”
***
Veee bu nüsha gelmeyen gemilere, denmeyen sözlere,
gidilmeyen yemeklere, dolmayan bardaklara, yazılan kafiyelere, aynı anda aynı
yerde görüşemeyenlere ve en çokta ıslak yollara diz çökmüş küçük bedenlere gelsin!
Yorumlar
Yorum Gönder